Edebiyatın İstanbul’u!
Edebiyat, kelimelerin büyülü dünyasında yaşam bulur; her cümle, geçmişin izlerini taşırken, geleceğe dair umutları da barındırır. Yazar Nükhet Eren’in kolaylaştırıcılığında gerçekleştirilen etkinlikte, Dünya da ve ülkemizde romanın tarihsel bir kronolojisini sundu. Dünyanın ilk romanı 11.yüzyılda Japonya’da bir kadın tarafından yazılıyor: “Genji’nin Hikayesi”. Yazarı Murasaki Şikibu.
Ülkemizde ilk roman İstanbul’da yazılıyor, İstanbul’da basılıyor ve İstanbul’da geçiyor: “Akabi’nin Hikayesi”. Vartan Paşa tarafından yazılan roman 1851 yılında Ermeni Alfabesinde Türkçe olarak basılıyor.
1872 yılında” Taaşşuk ı Talat ve Fitnat”, Tanzimat dönemi yazarlarından Şemsettin Sami tarafından yazılıyor. Gazetede tefrika edilen Batı etkisindeki bu roman, kadınların görünmezliğini, ev içi İstanbul’unu sergilerken Aksaray, Beyazıt, Beyoğlu, Üsküdar romanda geçen İstanbul semtleridir.
İstanbul, edebiyatta yalnızca bir mekân değil; bir karakter, bir hayal, bir çöküş ve bir dirençtir. Roman türüyle birlikte İstanbul, önce bir vitrin olarak girer metinlere, sonra bir hesaplaşma alanı olur.
Tarihsel Akışta İstanbul’un Romanına devam edecek olursak, Tanzimat döneminde, örneğin “Turfanda mı Turfa mı” adlı hicivli anlatılarla, bürokrasiye, dalkavukluğa ve yozlaşmaya dair ilk ironik gözlemlerle tanışırız. Ahmet Mithat’ın” Felatun Bey ile Rakım Efendi”sinde ise İstanbul, Batı taklitçiliğinin yüzeysel temsilidir; iki semt, iki yaşam tarzı ve iki bakış açısı arasında bölünmüş bir şehirdir.
Halit Ziya’nın “Mai ve Siyah”ında bu şehir artık bir hayal kırıklığı mekânıdır. Birey ile toplum arasındaki uyumsuzluk, İstanbul’un kalabalığında silinir gider.
Meşrutiyet ve işgal döneminde Refik Halid Karay’ın “İstanbul’un İçyüzü”, Osmanlı’nın çürümüş bürokratlarını teşhir ederken, aynı İstanbul’da Mahmut Yesari’nin “Çulluk” ve “Tipi Dindi” romanları, yoksulluğun ve umutsuzluğun göbeğinde sürüklenen küçük insanların hikâyesini yazar. Bu romanlarda İstanbul, ya çürüyenlerin sahnesidir ya da yok sayılanların.
Cumhuriyet’le birlikte Suat Derviş’in sesi yükselir. “Fosforlu Cevriye”de İstanbul artık bir kadının hem bedeninde hem sokaklarında dolaşan bir gerçekliktir. Galata, Beyoğlu, karanlık arka sokaklar, kadının hem düşüşü hem de direnişidir.
1940’lar ve 50’lerde Orhan Kemal’in işçileri, mahalle çocukları, atölye çalışanları bu şehrin arka planını oluşturur. Aynı dönem Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları”nda işgal altındaki İstanbul, aydınların iç hesaplaşmalarıyla çalkalanır.
60’lar ve 70’lerde İstanbul artık dahada politik bir alana dönüşür: Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına”sında aydınların ideolojik çelişkileri, Kadıköy’ün sokakları, örgüt evleri, miting meydanları İstanbul’u hem coğrafya hem siyaset yapar.
Leylâ Erbil’in “Tuhaf Bir Kadın”ında ise İstanbul bir kadının sesiyle yeniden yazılır. Sokaklar, vapurlar, apartmanlar artık kadınların hafızası ve bastırılmış öfkesiyle doludur.
Sevim Burak’a geldiğimizde İstanbul tüm gerçekliğini kaybeder ama belleğin çatlaklarında yaşamaya başlar. Sur dipleri, Yahudi mahalleleri artık imgeler, rüyalar ve kopuk cümlelerle var olur. Şehir, dış gerçeklikten iç varoluşa kayar.
Ve Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ı: İstanbul artık bir anlam arayışının labirentidir. Eski kitapçılar, mezarlıklar, hanlar ve gazete köşeleriyle örülü şehir, kimliğini yitirmiş bireyin peşine düştüğü kayıp haritaya dönüşür.
İstanbul romanı dediğimizde, aslında bu coğrafyanın sınıfsal dönüşümünü, kadınların, yoksulların, aydınların, hafızanın, direnişin ve sessizliğin izlerini takip ediyoruz. Tanzimat’tan günümüze, İstanbul her romanda yeniden kuruldu, ama her defasında başka bir yıkım, başka bir umut, başka bir çelişkiyle birlikte.” dedikten sonra Yazar Tahir Şilkan’a ilk soru;
“Tanzimat dönemiyle Cumhuriyet sonrası İstanbul anlatıları arasında nasıl bir zihinsel ve estetik fark görüyorsunuz? Ahmet Mithat, Refik Halid, Mahmut Yesari ve Suat Derviş gibi yazarların İstanbul’u bizlere nasıl bir tarihsel seyir sunuyor sizce?”
Ardından söz alan yazar Tahir Şilkan, “Edebiyatın İstanbul’u” teması etrafında, Orhan Kemal’in kaleminden dökülen sözlerle, şehrin ruhunu gözler önüne serdi.
Şilkan, İstanbul’un yalnızca deniziyle, göğüyle ya da Beyoğlu’nun hareketliliğiyle değil; yoksul semtleri, çalışan insanların yaşamları ve acılarıyla birlikte tasavvur edilmesi gerektiğini vurguladı. “İstanbul’u derinlemesine bilmek,” dedi, “birbirine kenetlenen hayat hikayeleri, umutlar ve hayal kırıklıklarıyla bu şehri tanımak demektir.”
Bursa Sokağı, etkinliğin ruhuna uygun bir betimleme ile karşımıza çıktı. Amerikan gemicilerinin ve taşralı hacıağaların barlarını, lokantalarını ve yüksek apartmanlarını barındıran bu sokak, gündüzleri zarif kadınların nazik adımlarıyla süslenirken, geceleri caz melodilerinin coşkusuyla yankılanıyor. Beyoğlu Emniyet Amirliği’nin hırslı pencereleri, yalnızca bu sokağa değil, tüm Beyoğlu’na aydınlık bir gözle bakarak, hayatın karmaşasını gözlemliyor.
Sonuç itibarıyla, çoğu romanın İstanbul’da son bulduğu gerçeği, bu şehrin yalnızca bir coğrafya değil, aynı zamanda bir kimlik olduğunu da ortaya koyuyor. “Dağı taşı altın” diye adlandırılan bu şehir, aslında Türkiye’nin özüdür. İstanbul, geçmişin ve geleceğin birleşim noktası; hayallerin, gerçeklerin ve edebiyatın buluşma yeridir.
.